Çocuk kimdir? Dokuz yaşında bir çocuğa göre “okula giden”dir. Çocuk ve çocukluğun tarihini yazmaya girişen kimi düşünürler de bu görüşü paylaşmaktadırlar. Ama ne tarih boyunca ne de günümüzde bütün çocukların okula gittiğini söyleyemeyiz. Gene bir çocuğa göre yetişkin, “işe gidip para kazanan” kişidir. Oysa tarihte çocukların işe gitmesi çok alışıldık bir şeyken günümüzde de ücret karşılığı zor koşullar altında çalış(tırıl)an milyonlarca çocuk bulunmaktadır.
J. J. Rousseau, Emile adlı eserinde, “[ç]ocukları hiç tanımıyoruz” (Rousseau, 2009:100) diye yazmasının üzerinden iki yüz elli dört yıl sonra hala çocukları tanıdığımızı söylemek mümkün değildir. Sağlıklı gelişen bir çocuğun hangi yaşta hangi boyda ve hangi kiloda olması gerektiği, çocuğun hangi duygusal ve bilişsel aşamalardan geçerek büyüdüğü hakkında kategorik bilgilere sahibiz kuşkusuz. Ancak toplumsal yaşamda yanı başımızda duran çocuk hakkında sahip olduğumuz bilgilerimiz çok yetersiz. Bunun nedeni ise büyük oranda çocuğu, çocuk olarak değil de geleceğin yetişkini olarak görmeye eğilimli formasyonumuzdan kaynaklanmaktadır. Ancak yirminci yüzyılı, çocukların farkına varıldığı bir dönem olarak tanımlamak doğru olacaktır. Ve bu yüzyılın özellikle ikinci yüzyılında sosyal bilimler, çocukları geleceğin yetişkinleri olarak değil, bugünün çocukları olarak yeniden keşfetmiştir. 1980’li yıllardan sonra çocuk sosyolojisi giderek artan bir ilgi görmeye başlamıştır.
Fakat ülkemizde özellikle sosyoloji içinde çocuk konusu henüz yeterince ilgi çekmiş bir alan değildir. Bu noktada ülkemizde sadece sosyolojinin çocuğu görmezden geldiğini söylemek de haksızlık olacaktır. Çünkü toplumsal yaşamın hemen tüm alanlarında çocukların hak ettikleri ilgi, özen ve saygıyı görmekten uzak oldukları açıktır. Nitekim Türkiye’de çocuk ve çocukluk konusunda önemli çok sayıda eser vermiş olan Bekir Onur, “Türkiye’de çocukluğun sadece bilimsel çalışmalarda değil gündelik yaşamda da göz ardı edildiğini belirtmektedir. Çocukları sevmek, eğitime önem vermek gibi duyguların, yaygın olarak dile getirilmesine karşın davranışa dönüşmediğine dikkat çekmektedir (2007: 7). Ülkemizde çocukluğun durumuna baktığımızda Onur’un haklılığı çok açık olarak görülmektedir. Çok kabaca bakacak olursak milyonlarca çocuk zor koşullar altında çalışmakta ve hatta iş kazalarında yaşamlarını kaybetmektedir. Çocukların cinsel istismarı her gün karşılaşır olduğumuz, halk arasında büyük nefret yaratmasına rağmen bu vakalara yol açan toplumsal, kültürel, ekonomik vb. etkenleri anlamaya yönelik hiçbir çaba harcanmamaktadır. Pek çok çocuk mutlak yoksulluk sınırı altında yaşam mücadelesi vermekte, çok sayıda çocuk cezaevlerinde tutulmakta, ana dillerini öğrenememekte ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına ulaşamamakta ve bu nedenle ciddi sağlık sorunlarıyla baş etmek zorunda kalmaktadırlar. Öte yandan ülkemizdeki milyonlarca mülteci çocuk can yakıcı koşullar altında hayatta kalmaya çalışmaktadır. Bunun karşısında ise politika yapıcılar ve uygulayıcılar başta olmak üzere yetişkinler, etkin çabalar ortaya koymamalarına rağmen, çocukların koruyucusu olma iddiasında bulunmakta ancak çocukların kendi yaşamları, deneyimleri ve sorunları konusunda ne düşündüklerini hesaba katmamaktadırlar. Çocuğa dair bu ilgisizlik ve ihmalkarlıkta, yukarıda ifade ettiğim gibi çocuğu ve çocukluğu tanımaya yönelik bilimsel çalışmaların yetersizliğinin önemli payı olduğuna inanmaktayım. Elinizdeki çalışma, büyük oranda bu eksiklikten ivme kazanmıştır.