İbni Haldun kendisine yabancı olan çevrelere “Doğu’nun Machivelli’si/Montesquieu’sü” olarak takdim edilir. Bu Avrupa merkezci takdim, İbni Haldun’u yücelttiği gibi, göreli olarak onu küçümsemektedir de. Çünkü aksini söylemek, yani Machievelli/Montesquieu için “Batı’nın İbni Haldunları “ demek de pekala mümkündür. Bu iki takdim, anılan düşüncelere nereden baktığınız ile alakalıdır. Bu bağlamda birinci takdim, bir batılı için kabul edilebilir bir tanımdır. Ancak bunun bir doğulu tarafından kullanılması trajik ve fakat somut gerçekliği yansıtan bir durumdur.
Önceki trajiktir; çünkü batı toplumları, bünyesinden çıkarttığı düşünürlere önem vermektedirler. Onlar her bir filozofunu, kendi içinde belli bir tutarlılığı olan düşünce zincirinin vazgeçilmez bir halkası olarak görür ve sahiplenir doğrusu da budur. Buna karşı doğu toplumlarına kalan ise, kendi gerçekliğini dahi batıdan kopyalayarak almaktır. Temelindeki neden veya nedenler ne olursa olsun, bu üstelik aslının kötü bir kopyasıdır da.
İkinci olarak somut bir gerçekliği yansıtmaktadır. Çünkü İbni Haldun, her ne kadar Osmanlı-Türk münevveri ile Şeyhülislam Pirizade Mehmet Sahib Efendi’nin Mukaddime çevirisiyle onsekizinci yüzyılın ortalarında tanışmışsa da. Türkiye’nin aydınları tarafından daha çok yakın bir geçmişte. Batılı kaynaklar vasıtasıyla, zoraki biçimde tanınmaya ve tanındığı ölçüde şaşırtmaya başlamıştır. Görülmüştür ki İbni Haldun tarih felsefesi ve sosyoloji biliminin temelini atan, bunu da yaşadığı toplumun dinamiklerine yaslanarak yapan düşünürlerden birisidir. Hatta öyle ki düşünürün; laiklik evrim vb. gibi güncel tartışmalara ilişkin olarak bile, bu topraklardan çıkan bir cevabı vardır.