Bir şehre ait olmak için orada doğmuş olmalısınız her şeyden önce ve bütün ömrünüz orada geçmiş olmalı. İlk adımlarınızı attığınız sokak, oyun çağınız, ilk keder, ilk kavganız, ilk mektep heyecanı oraya ait olmalı. Sonra ilk göz ağrınız, ilk hicranınız, gurbetiniz ve kavuşmanız. Üstüne bir de babanızınkiyle aynıysa eğer ilk besmele için diz çöktüğünüz mahalle mescidi, dedenizle aynı çarşılardan geçip ramazan çörekleri satın alabildiyseniz o şehir sizin demektir. Dedenizin babasının, dilinde rahman suresiyle dolaştığı bağlardan üzümler tadabildiyseniz ve hatta onun da babasının, evladını rabbine emanet edip dönüşü olmayan hac yolculuklarına çıkarken dua ettiği mabette secdelere varabildiyseniz o şehrin kimliği genlerinize sinmiştir artık. Hele bir de öte yandan anneniz de oralıysa, aynı köprüden geçmişseniz gelin olduğunuz gün ve baba evinizi görünce aynı sızı sızlatmışsa burun direklerinizi. Anneannenizle aynı menekşeler oyalanmışsa yazmalarınıza, hatta onun da annesiyle aynı hamamlarda peştamal ıslatıp yunmuşsanız, yüreğinize işlemiştir artık o şehir...