Âşık Kral aklına kolay kolay kötü bir şey getirmez. Ona göre aksi kesin olarak ispatlanmadığı sürece hayat daima iyimser bir umut taşımaktadır. Hatta ispatlansa bile insan tersine inanmaya devam etmeli, diye kendi kendine mırıldanır. Ne yapalım, yoksa ölelim mi yani diyerek gülümseyecek, penceresinden odaya dolan yeni açmış bahar kokularını içine çekecek, ne de güzel bir memleketin kralı olduğu duygusuyla kendini bir kez daha şanslı hissedecektir. Çünkü yönettiği bu gizemli topraklar, içinde her durumda insanı kendine inandıran böyle efsunlar taşır. Türkiye battığı gibi çıkan bir güneş gibidir. Yandı dediğin yerde yeşeren, ağlatacak zannettiğin yerde güldüren, bir imbatta perdeleri havalandıran yaşama vaadini daima içinde taşır. Eski bir sözü hatırlar, bu memleket hesaba kitaba gelmez, ona ancak iman edilir.’’
Başar Başaran’ın öykülerindeki insanlar kulaklarını yere dayayıp dünyanın kalp atışını duymaya çalışıyorlar. Hemen yanımızda duran bir hayatın özlemiyle yanıyorlar. İçinde yaşadığımız dünyanın muhteşem sıradanlığının ancak aşk ve ilhamla kavranabileceğine bizi ikna etmeye uğraşıyorlar. Şiirler hayretten, romanlar anlamaktan doğuyorsa Başar Başaran’ın öyküleri ikisinin tam ortasında duruyor. Şiir kadar coşkulu, roman gibi düşünülmüş metinler bunlar. Okuyucusunu aynı anda esrik ve makul, neşeli ve hüzünlü bir gezintiye davet ediyorlar.