Sağlık hizmetleri, devletin vatandaşlarına karşı taşıdığı sorumlulukların daima başında gelir. Ama bu hizmetler, nüfusun kaçta kaçını kapsar, kimleri ‘görmezden gelir’? Gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde, sağlık temel bir vatandaşlık hakkına dönüşürken, dünyanın öteki bölgeleri de bu reform "rüzgârlarına" kapılıyorlar. IMF ile Dünya Bankası’nın da desteklediği bu ‘insanî’ tutumun gerçek nedeniyse, yoksulları da küresel piyasa oyununda tutmak. Elbette her yeni reform paketiyle, özel sektörün sağlık alanındaki işgali genişliyor ve devletin tek başına hizmet vermesinin etkin olmadığı ileri sürülerek, maaşlı sağlık personeli istihdamının daraltılması öneriliyor. Gelişmekte olan ülkeler, reformları kendi koşullarına göre eğip bükerek, vaat edilen eşitlik ve hakkaniyet koşullarını en başta ortadan kaldırıyorlar. Peki ya Türkiye? Nüfusun tamamını kapsamaktan uzak "Genel Sağlık Sigortası" tasarısı, primlerini ödemeyenlerin sağlık hizmetinden mahrum bırakılmasını esas alıyor. Prim sistemi üzerine kurulan bir sağlık sigortasının, Türkiye gibi ekonomik istikrarsızlıkların hüküm sürdüğü bir ülkede yol açabileceği felaketleri düşünmek bile korkutucu. Avrupa’nın farklı ülkelerinden akademisyenlerin, Avrupa’daki "sağlık hizmetleri" kavramını ve uygulamaların tarihini ele aldıkları, sorunlarını ulusal ölçeklerde tartıştıkları ve reform önerilerini değerlendirdikleri bu kitap, sağlık hizmetinin devletin vatandaşa karşı asli görevi olduğunu ve yaratılmaya çalışılan ‘müşteri-satıcı’ ilişkisinin çarpıklığını bir kez daha tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor.