"Mutfakta bilerdi onu. Sabaha karşı, `kapılar` ve `pencereler` tarafından çarpıla çarpıla her tarafı morardığında, biz yorganın altında korkudan ve ağlamaktan bitkin düşüp uykunun derinliklerine yuvarlanırken başlardı bilemeye. Bir taşı vardı, siyah, ona sürterdi. Yavaşça. Hiç acele etmeden. Bin yıl ömrü varmış gibi. Sessizce. İleri geri, ileri geri, ileri geri… Bazen Murat’ın kalbinin atıp atmadığını son kez kontrol ederek yorganın altından süzülür, ses çıkarmamak için çıplak ayaklarla soğuk taşlara basarak mutfak kapısının aralığından izlerdim onu. İleri geri, ileri geri… Eliyle değil yalnızca, bütün gövdesiyle sallanarak yapardı bunu; daha doğrusu, öne arkaya sallanıp duran gövdesinin bir parçası olarak bıçağı taşın üzerinde kaydırırdı. İleri geri, ileri geri…"
Başkalarının kirini temizleyen, başkalarının çocuklarını büyü-ten; en zor anında kendi çocuğunun elini bile tutamayan Feride görmemesi gerekeni görür.
Feride’nin öyküsü Kubar Cafer’in, Piç Nihat’ın, Dilan’ın, Alican’ın, Ramon’un, Gülendam Dayı’nın, Gulnora’nın (…) öyküsüyle “korunaklı lüks evlerde”, hapishane koğuşlarında, hastane odalarında, çekçeklerde, morglarda iç içe geçer.
İtilmişlerin, düşmüşlerin, boynu büküklerin, yok sayılanların, üstüne çizik atılanların, yaraları kabuk bağlamayanların, her gün gözünüzün önünden geçip gidenlerin öyküsü…