Anadolu insanı acılıydı, Anadolu insanı yaslı…
1912’den beri, Balkanlardan Kafkasya’ya, Sarıkamış’tan Çanakkale’ye, Galiçya'dan Kut-ül Amare’ye, cepheden cepheye koşmuş, yiğitçe dövüşmüştü gaza meydanlarında. Kolunu bacağını, gözünü kulağını kaybetmiş, devleti için canını vermişti. 1919'a gelindiğinde bacası tüten evlerden yitenler için ağıtlar yükselirken, varlığına kasteden düşmanlar eksilmiyordu. Akif’in dediği gibi: “Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer…” adeta toplanmış, Türk’ü bin yıllık yurdunda boğmak niyetindeydi.
Anadolu insanı yorgundu, Anadolu insanı bezgin, üstelik kafası karışık.
Yunan İzmir’e çıkmış, kimin umurunda.
Kıyama duranlar da vardı mutlaka. Sayıları az da olsa, birileri vardı mutlaka.
“Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır!” diye ortaya çıkıp yeniden doğuşun fitilini ateşleyecek birileri vardı.
O birileri, acılı, yaslı, yorgun ve bezgin Türk insanını, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle yeniden ayağa kaldırmayı bileceklerdi.
Düşman da boş durmayacaktı. Bağımsızlık mücadelesini baltalamak için hainler bulacak, Türk’ü arkadan hançerlemeye çalışacaktı.
Hiçbir kuvvet haklı olanı yenemeyecekti. Ayağa kalkanlar, sarı saçlı mavi gözlü yiğit kumandanın peşine takılacak, tek bilek tek yürek yeniden millet olup, yüz yıllık Yunan hevesini Akdeniz’e gömecek, emperyalizme meydan okuyacaktı.
İsa Parlak, “Bozkır Akıncıları” romanında İstiklâl Harbi yıllarını anlatıyor. Gerçek hikâyelerden yola çıkarak, cephedeki askerinden tarladaki kadınına, Anadolu insanının bağımsızlık için verdiği mücadeleyi ilmek ilmek zihinlerimize işliyor.
Hamasete kaçmadan, insana ait her halin doğal sıcaklığıyla.
Yalın bir dil ve akıcı bir üslupla.