"...Kiminiz damlara çıkıyor, kiminiz, ikişer kişi, evlere dalıyorsunuz. Yanık odun, yanık tezek kokan basık damlı, kerpiç duvarlı ev içleri sıcacık. Yerde allı yeşilli kilimler. Ocakta yanan üç kalın odun. Ateşin üzerinde kararmış büyük bir tencere. Köşelerde dürülmüş döşekler, kenarlarda kilim kaplı minderler. Duvar oyuklarında yuvarlak aynalı gaz lambaları. Duvarın ortasında bir kırık ayna. Yanında birkaç fotoğraf. Aradığınız ne? Arayıp da bulamadığınız? Niye bu baskın? Ortalığı dağıtıp, döşekleri yastıkları didikleyip, öteberiyi tekmeleyip eğilerek dışarı çıkıyorsunuz küçük basık kapıdan. Kadınlar yüzlerini kapatmışlar. Yaşlı erkekler tedirgin; hepsi başlarını eğmişler. Başın eğik geçiyorsun önlerinden. Kimseyle göz göze gelmek istemiyorsun’ Elbette kendi yaşantılarımdan yola çıkarak yazdım bu öyküleri. Ama hiçbiri bire bir ‘yaşanmış olan’ değildir; belki yaşanacak olandır; yaşatacak olandır. Yazarken değil ama, yazıp bitirdikten sonra, her öykünün, kendi gelişimini, oluşumunu gerçekleştirmeye çalıştığını gördüm. Öyküyle benim aramda sık sık sürtüşmeler, didişmeler oldu. Ama sonunda, öyküyü yazmaya beni iten ‘yaşanmış olan’dan bambaşka, yepyeni bir gerçeklik çıktı ortaya. Öykünün büyüsüydü bu. Bu doyumu, bu keyfi, bu büyük acıyı dile getirmek çok zor.