Çocuklarının eğlenmeyi, paylaşmayı öğrendiği, aynı sofralarda karın doyurduğu; zorluklar karşısında, arkasında sadece ailesinin değil, komşularının da gücünü hissettiği, sokağına girdiğinde huzur bulduğu bir mahalleydi orası. Mahalledeki anneler; annemiz, ablamız, babalar; amcamız, ağabeyimizdi. Onlar dertlerimizle dertlenen, sevincimizle sevinenlerdi. Kendi çocuğu olsun olmasın, her çocuğun açlığından, kıyafetinden, başarısından, işsizliğinden, kına, düğün hazırlıklarından velhasıl her ihtiyacından kendini sorumlu hisseden insanlardı. Yıllar geçti, Çalışkanlar Mahallesi yıkıldı. Gecekonduların yerini pahalı ama ruhsuz, mezarlık manzaralı rezidanslar aldı. Her birimiz bir yerlere savrulduk. Ancak ruhumuz, en güzel anılarımız gecekondularımızda, sokaklarımızda, mezarlıktaki ağaçlarda kalmıştı. Oyunu izlerken içimdeki duygular dolup taşmış, hücrelerimden fırlayıp, sahneye çıkmışlardı. Yerimde duramıyordum. Mizansen gereği seyircilerin arasında dolaşan oyuncuların tenlerinin sıcaklığını hissedebiliyordum. Elimi uzatsam dokunabilecektim onlara. Elimden tutup, ’Haydi gel’ diye o sihirli dünyanın içine çekeceklerdi sanki beni. Hepsi gözümde dünyanın en iyi oyuncularıydı. Hayatımda ilk izlediğim oyun-sihir bitmişti; ama hâlâ o sihrin etkisindeydim. Avuçlarım patlarcasına alkışladım oyuncuları. Onlar, selam verip sahneden çıkarlarken, benim oyunculuk eğitimim başlıyordu. Kendi kendimin eğitmeni olmuştum. Bundan sonra izlediğim her oyunda, gördüğüm her insanda gözlem yapacaktım. Oyuncuları, tonlamalarını, kostümlerini, selamı nasıl verdiklerini her şeyi öğrenmeli ve uygulamalıydım.