İçeri girdik.
Bu giriş, hiç çıkmamak için bir girişti.
Bu giriş, onun kızgın bir namlu gibi elinde tuttuğu silaha mermi yerleştirmeye talip olmaktı.
Bu giriş, anadan, babadan, eşten, evlattan daha önce bu davayı önceleyeceğini kabul edişti.
Bu giriş gemileri yakmaktı.
Bu giriş, varoluşumun bir anlamı olmalı ve ben bu anlamı onaylıyorum noktasına varıştı.
Selam verip kendimizi tanıttık.
“Efendim hoş geldiniz. Erzurum’daki arkadaşlar nasıl?” diye sordu önce. Sonra özel olarak Nazif Gürdoğan’ı, Beşir Atalay’ı, Cemil Cela’yı, Süleyman Acar’ı, İbrahim Gafarlı’yı sordu. Fuat’ın kendi içinde neler yaşadığını bilmiyorum ama ben Nuri Pakdil’in yüzünü mimiklerini inceliyordum. Zaman zaman gözünde izlediğim tik ona ayrı bir sevimlilik ama aynı zamanda ciddiyet ve farklılık kazandırıyordu. O konuşmadığı zaman biz konuşmuyorduk. Zaten o yıllarda Nuri abinin yanında o konuşmadan konuşan, sorular sorabilen sadece Mustafa Sarıçiçek vardı. Hem önündeki dosyaları inceliyor hem de ara ara bizimle konuşuyor, sorular soruyordu. Zaman zaman belki incelediği dosyalardan kaynaklı ya da aklından geçen bir şeye gülümsediğini görebiliyordum. Büroya girdiğim ilk anlarda neredeyse hiçbir şey görememiştim heyecandan. Ama sis dağılmış, saygı duyduğum yazar ve devrimci bir adamla karşı karşıya oturuyordum. Çalışmalarımın neler olduğunu sordu. Bir süredir Edebiyat dergisinde şiirlerim yayımlanıyordu. Artık ben de bu derginin bir yazarıydım. Mutlaka düzyazı çalışması yapmamı salık verdi. Düzyazı şiirin de önünü açar dedi. Mutlaka özelde Dostoyevski, genelde Rus edebiyatını okumalısın diye öğütledi. Ben de daha sonra okul tatile girdiğinde memlekete gitmeyerek tek başıma bir evde kalıp yaz boyunca Rus klasiklerinin büyük çoğunluğunu okumuştum.