Tarih boyunca anlaşılması güç olsa da biz insanlara barıştan ziyade savaş daha ilgi çekici gelmiş görünüyor. Savaşın niceliksel olarak daha fazla tarih sahnesinde yer etmiş olması, olağanlaşarak bir olgu olarak zihinlerimizi domine etmesi bunun nedeni sayılabilir. Kendimize asla uygulanmasını istemeyeceğimiz şiddet araçları yeryüzünde kanıksanmış gözüküyor. İnsanlar kendi tarihini savaşların izlerini takip ederek anlamaya çalışıyor.
Aslolan barış mı savaş mı? Dünya tarihi mütemadiyen tekrar eden şiddetli çatışmalar şeridi gibi. Buradan bakınca istisna olanın barış olduğu düşünülebilir. Tabii olan, doğal görülen şiddet midir? Öldürmek midir, yaşatmak mıdır? Barış, güçlü olanın bahşettiği bir şey midir? Bu tartışmalar kitap içerisinde geniş şekilde yer alır.
Kaosu otoriteyle, anarşiyi devlet aygıtıyla kontrol altına aldığımızı düşünebiliriz. Fakat barışçıl anlayış ve idrakimizi, şiddetten uzak perspektifimizi ihdas etmediğimiz müddetçe, bu bağlamda ufkumuzu geliştiremediğimiz müddetçe savaşmaya devam ederiz. Dışlamaksızın herkese var olma hakkı tanımadıkça, “bizden” olmayanı başkalaştırıp ötekileştirdikçe, toplumların empati eksikliği ile domine edilmesine izin verdikçe şiddet sarmalını sürdürmeye devam ederiz.
Savaş başlatma kararı, tarih boyunca ekseriyetle politika yapıcıların inisiyatifleri sonucunda alınmıştır. Bedeli toprak ve sermaye kaybı olan yanlış siyasi kararların telafisi mümkünken, sonucu insan hayatına, göçlere ve yıkımlara mal olan hatalı kararların telafisi imkânsızdır. Savaşlar, “cephe dışında” kahramanlık öyküleriyle anlatılır. Savaş, gençlerin kaybı, yaşlıların ağıtlarıyla hatırlanır. Lakin sadece barış hayatta kalma ve yaşam imkânı sunabilir.
Bu kitap, barış kültürüne katkı yapmaya adanmıştır. Barış kültürüne de ulaşmanın öncelikli yolu, insanların, toplumların ve devletlerin şiddetli çatışmaları neden tercih ettiklerini anlamaya çalışmaktan geçer.