“Haklarında bir karara varamadığı kadınlarla ilgili tekrar düşünmek kaçınılmazdı. Buydular, kadınlar istenmeyen çocuklar üreten bir dizi torbaydı onun için. Onları korumak gerekirdi, zavallıcıklar öyle tahmin edilebilir mahlûklardı ki. Kendi yaptığı gibi onları çözmeye çalışmak tüm gizemlerini ortadan kaldırmak demekti. Torbalar. Hamileyken süt ile dolar, sonra içlerindeki kan ve neşeyi boşaltırlardı. Zayıftılar. Çarşafların ortasında, şiş karınlarıyla kurtuluş için beklerlerdi.”
Uluslarası saygın ödüllerin sahibi, sanatsal ve toplumsal bir çok girişimin öncülerinden Kızıl Prenses Elena Poniatowska’nın opus magnumu sayılabilecek Gökyüzünün Derisi, onun belki de tüm insanlığı içtenlikle, üzüntüyle kucakladığı romanı. Poniatowska, ayrıcalıklı üslubuyla, yazarın yargısını kullanmadan toplumla, onun dönüştürdüğü bireylerin yaşamına, ufkuna bakıyor. Dışlanan kız çocukları, adaletsiz gelir nedeniyle yoksullukla pençeleşen aileler, eğitimden mahrum çocuklar, patriarka zulmüne direnip nefes almaya çalışan zeki kadınlar, bunların etrafında hamaset, yolsuzluk ve tuhaf söylemlerle şişmanlayan siyasetçiler, en çok desteği yoksul toplumdan alan kurnaz din tüccarları. Meksika’da geçen bir büyüme romanı diyebileceğimiz Gökyüzünün Derisi’nin merkezindeki Lorenzo de Tena’nın zekasının farklılığının, bakışındaki çeşitliliğin zaman içerisinde bencilliğe, kibre, mizojiniye dönüşmesine tanıklık ediyoruz. Umutla yola çıktığı gökbilimci olma, dünyayı değiştirme hayallerinin Orta Amerika çölüne nasıl saplandığına. Büyük yazar ünvanını, sorumluluklarını üzerinde gündelik kıyafet rahatlığında taşıyabilen Poniatowska, gerçek hayatta olduğu gibi kurmaca anlayışında da Llosa ve arkadaşı Márquez’in arasında, gülümsüyor. Llosa kadar düşünceli, Márquez gibi saf.