Hayatı edebiyatın içinden yaşamaya başlayan insan bir süre sonra etrafındaki her şeye edebiyat penceresinden bakar. Gözbebeklerine damlayan bir yağmur tanesi, ruhuna değen rüzgâr, yanağına yaslanan kar, dimağına çarpan ses yazıcıda metne dönüşür. Tozunu almak için bile yaklaşamadığı sızılı hâtıraların, bilinçaltında yazılmak için sabır ve ısrarla beklediğini anlar ve sonra hatırlar; geçtiği belde merhametsizliğin, adaletsizliğin, öfkenin, çifte standardın, haksızlığın elinde yorgun düşmüştür. Yine de cılız bir teselli yarattıklarının tahrip ettiğini Yaratan’ın kalem vesilesiyle tamir edeceğini ve Derviş Yunus’un “söz ola kese savaşı / söz ola kestire başı / söz ola ağılı aşı / bal ile yağ ede bir söz” mısralarında vücut bulan mananın dünyadaki pek çok derde deva olacağını fısıldar. Bu sebeple kendini sanat ve edebiyatla besleyen kimse, vahşet sözcüsü nice silaha elindeki incecik kalemle mukavemet eder. Kalbini kalemin ucuna takıp dünya denen beldede gezmek ise, çamur yağmurunda şemsiyesiz yürümeye benzer.
Deneme benim yazıdaki ilk durağım, içinde ruhumu defalarca yıkadığım coşkun ırmağım. Fakat kemâlât yaşına doğru ilerledikçe bu coşku duruluyor; hacminden bir şey kaybetmese de yerini dingin bir güzelliğe tevdi ediyor. Taşkın duygulara tekabül eden hadiseler, düşünsel planın aklı seliminde demleniyor. Yine de bilinçli olarak tefekkürün bir adım gerisinde bırakılan aşk ve heyecan hâli orada, içimizde bir yerlerde kendini arttırarak muhafaza ediyor. Bu tavrın önceki merhaleden tek farkı vecdin sesli bir ısrara dayanmaması, sükût dairesinde yükselmesi, olgunlaşması…