Küçük damlanın bulutlarda doğup çamurlu arazide kilometrelerce yol katederek vardığı yer; daha on altısına yeni basmış, güvercin gibi beyaz bir kızın küçücük ayaklarıydı. Besleme verildiği konaktan Osmanlı haremine hediye edilen, görkemli saray hayatına rağmen annesinin aş kokan koynunu özleyen ve şimdi, gömüldüğü su dolu çukurun içinde ölümü bekleyen küçük cariye Evemia’nın ayakları... Topkapı Sarayı’nın hareminde, küçük bir cariye kızın öldürülmesi ile başlayan ve sonunda ValideSultan’a kadar uzanan cinayetler zinciri... Katili ve amacını ortaya çıkarmaya çalışan gizli bir topluluk... Yüzyıllar önce keşfedilmiş bir sır ve bu sırrı korumaya and içmiş bir tarikat... Yeniçeri Ağası Muzaffer yatağına uzanmış, içini kemiren konuyu düşünüyordu; kurbanların ölüm şekli. Bir yanda kan akıtılmadan öldürülen Cariye, Haremağası, Gözde Hatun ve Hoca Efendi; beri yanda boğazı kesilip son damlasına kadar kanı boşaltılarak öldürülen Aşçıbaşı ve Kapıkulu... Yazdığı romandaki hangi gerçekler, kimi bu kadar rahatsız etmişti? Yüzyıllar önce yaşananlar neden sır olarak kalmalıydı? Yaz, aldığı tüm ölüm tehditlerine rağmen gerekirse canı pahasına romanını basmaya kararlıydı.
Ancak vakfın büyük salonunda karşısına geçip gerçeklerin hiç de sandığı gibi olmadığını anlatan ihtiyarın sözleri, tüm kararlılığını yerle bir etti. Bir seçim yapmalıydı; ya romanını basıp her ne pahasına olursa olsun tüm gerçeği insanlığa duyuracaktı ya da dünyayı yerinden sarsacak ve insanlığın sonunu getirebilecek bu gerçeği, sonsuza dek geçmişin bilinmezliğine hapsedecekti