Bahsettiğim paradoks, kurtarıcılarla, kurtarmayı hedefledikleri ve aslında kurtardıkları insanların arasındaki gerilimli ilişkiyle ilgili. Bu ilişki eşzamanlı olarak hem derin bir sempati hem de derin bir düşmanlık içerir. Sempati diyorum çünkü kurtarıcılar sadece yabancı egemenliğine karşı çıkıp onun yerini almakla kalmadılar; kendileriyle özdeşleştirdikleri erkek ve kadınların gündelik hayatlarını iyileştirmek istediler: onların olan insanları. Düşmanlık diyorum çünkü kurtarıcılar aynı zamanda aynı insanların geri kalmış, cahil, edilgen ve boyun eğmiş olarak tanımladıkları hallerinden nefret ettiler. Halklarına, onları dönüştürerek, sıkı sıkıya bağlı oldukları geleneksel dinî inanç ve pratiklerine baskın çıkarak, onları modernleştirerek yardım etmeye çalıştılar. Ulusu kurtaranlar, sıklıkla siyasetin bugününü etkilemiş, sembolik anlamlar edinmiş ve toplumlarının siyasi kültürü üzerinde belirleyici olmuştur. Kurtarıcılar-kurtarılanlar arasındaki ilişki, bilhassa devletleşmiş ulusal kurtuluş hareketleri söz konusuysa, siyaseten ciddi bir gerilim hattı oluşturmuş, bu hareketler ve partiler farklı toplumsal grupların çeşitli meydan okumalarıyla karşılaşmıştır. Michael Walzer, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan üç bağımsız devleti, Hindistan, İsrail ve Cezayir'i ele aldığı Kurtuluş Paradoksu'nda ulusal kurtuluş hareketlerinin vaatlerini, kazanımlarını ve toplumları içerisindeki algılanma biçimleriyle birlikte paradokslarını, çıkmazlarını ve çelişkilerini de gösteriyor. Toplumların dünyevi ve ilerlemeci vizyonlarla nasıl ilişkilendiğine ve karşı hareket ürettiğine odaklanıyor. Kitap, radikal toplumsal değişim ve dönüşümleri anlamak açısından verimli bir karşılaştırmalı perspektif sunuyor.