Atatürk, istediği kadar "Yaşamda en doğru yol gösterici bilimdir" desin, bu özdeyişle ne denli üniversitelerin duvarlarına kazınırsa kazınsın, oralarda bir süs bitkisi işlevini üstlenecek; yerini "bilim başka, uygulama başka" önyargısına, daha doğrusu saçmalığına, safsatasına bırakacak; beyinlere kaskatı yerleşen bu safsata da yükselme kaygısıyla ikonlaşıp yaygınlaşarak herkesi tutsak kılacaktı.
Türk insanının, Türk Hukukçusunun sorunu, hastalığın virüsü işte buydu. "Bu yapılan doğru mu?" sorusunu sormaksızın, yaşananları sorgulamaksızın kendisinden öncekilere öykünmek, onları taklit etmek!
Elbette kolaycılık olmasının da ötesinde bir hastalıktı bu. Kanımca da, "eleştirel düşünme"yi ve "eleştirel yaklaşımı", sorgulamayı dışlayan öğretim dizgemizin (sistem) bunda büyük payı vardı.
Öyle ya, yasalar ve fakültelerde okutulan bilgiler hiç uygulanmayacaksa, neden bu bilim yuvaları açılmışlardı; oralarda dört yıl süreyle çoğu beş yüz sayfayı aşan ders kitapları niçin okutuluyordu?
Öte yandan bakıyorsunuz, bu ülkede Atatürk'ü gerçekten hemen herkes seviyordu. Öyleyse onun değişmez hedefini kavrayanlar neden bu denli çok azdı?
Hukuk devrimi, çağ atlamanın, Atatürk'ün Tevfik Fikret'ten alarak dile getirdiği "fikri hür, irfanı hür vicdanı hür" kuşaklar yetiştirmenin en iyi ve vazgeçilmez bir yoludur.
Bunun için de bilimsel yöntemle yola çıkarak ilkin yargılama süreci hukukları dogmatiğinden ; özellikle de bu dalların en önemli aşaması olan "duruşma"dan başlayarak bilimsel yolu izlemeliyiz.