Tüm öykülerini Kimse Bilmesin’de topladığımız Abdullah Ataşçı’dan yeni bir öykü kitabı. Bu öyküler, yüzyıllık bir Türkiye fotoğrafı, farklı bölgelerden, köklerden insan manzaralarından acının ve kaderin kimliksiz olduğunu anlatıyor. Susmak Derdi, zamanın azabında bu coğrafyanın ruh atlasında bir gezintiye çıkarıyor okuru. Susmanın, nasıl büyük bir dert olduğunu sadece insanlara değil, doğadaki en küçük bir varlığa dahi hissettiren Rukiye, 1915 senesinde Rize’de karşılıyor bizi. Rukiye’den sonra şehirden şehre gidiyoruz. Susmanın başka bir halini bu defa Sarkis’te, Mıhmığ’da, Lena’da ve diğerlerinde okuyoruz. En sonunda başka bir dilde susmanın insanı nasıl çaresiz bıraktığını Samirra gösteriyor bize, 2019’da Ankara’da.
Kelimeler başta olmak üzere zaman içerisinde insanlar, aşklar, meslekler, evler, yollar her şey değişiyor ama değişen pek bir şey yok aslında. Bu coğrafyanın hikayesi de kendini tekrar ede ede büyüyor. Susmak Derdi buna bir itiraz…
Yağmur yağmadı, kızıl bir ses geçti boşluktan. Boşluğun uzayan damarlarında bir ânın pıhtılaşması vardı sonra. Yağmur yağsaydı, öyle bildiği gibi en sert haliyle can acıtan; onu kendine getirebilirdi. Yağmur yağsaydı, dağa bakardı örneğin; orada köyünü, köyünün eski halini görürdü, sessizlik içinde bütün seslerini giyinmiş bir çocuğun yüzü büyürdü ardından, çocuğu olurdu bu evvela, ardından torunu.
Yağmur yağmadı, pörsümüş bir görüntünün ucunda duruyordu, bundan emindi artık. Tenine batıyordu bu bilmek hali, canı acıyordu. Göğe bakıyordu, dağılmış ince bir hamur gibi açılan bulutlara… Göğün bu haline bir anlam veremiyordu.