Bu tür tartışmalardan Vanessa ile ben, arkadaşları olacak kişilerle ilk kez tanışan üniversite öğrencilerinin alacağı zevki alırdık. Booth’ların ve Maxse’lerin dünyasında beyinlerimizi fazla çalıştırmamız istenmezdi bizden. Buradaysa salt beynimizi kullanıyorduk. O perşembe akşamlarının cazibesinin bir kısmı, şaşırtıcı derecede soyut olmalarından geliyordu. Nedeni, sadece Moore’un kitabının hepimizi felsefe, sanat, din üzerinde konuşmaya yöneltmesi değildi; atmosferin aşırı derecede soyut olmasıydı. Adını verdiğim genç adamlar, Hyde Park Gate’in kabul ettiği anlamda “terbiyeli” değildiler. Bizim iddialarımızı da kendilerininki kadar sert eleştiriyorlardı. Nasıl giyindiğimizin de, güzel görünüp görünmediğimizin de farkına varmıyorlardı. George’un ilk yıllarda, görünüşümüz ve davranışımız konusunda sırtımıza yüklediği o muazzam yükümlülük ortadan kalkmıştı. Artık davetlerden sonraki o korkunç işkenceye ve “Çok hoş görünüyordun” sözüne katlanmak zorunda değildik. Bell, Strachey, Hawtrey ve Sydney-Turner’in dünyasında bütün bunların ne önemi ne de yeri var gibiydi.
O dünyada, konuklar gittikten sonra yayılıp oturduğumuzda yapılan tek yorum “Görüşünü çok iyi savundun” olurdu; ya da “Bence saçma sapan konuştun.” Muazzam bir basitleştirmeydi bu.
Bu kitapta yer alan metinler, Woolf’un hayattayken yayımlatmadığı, dosyalarda kalmış, terekesinde bulunan otobiyografik yazıları. Yaşasaydı, hep yaptığı gibi mutlaka üzerlerinden tekrar geçer, bir kitap bütünlüğüne getirirdi. Yine de Varolma Anları, ölümünden sonra yayınlanmış en önemli kitabı olma özelliğini koruyor.