Osmanlı bürokrasisinin korumasındaki zulmün üzerine korkusuzca giden Zalalı, Toroslar'da bir mit'e dönüşür; derebeyin, eşkıyanın korkulu rüyası olur. Öte yandan kıyıcı ve acımasız serüvenin içinde yeşeren aşk da geleceğin umududur.
Benzersiz bir serüveni doğanın diliyle yazan Turan Ali Çağlar, bazı çıkar odaklarınca körüklenen Türk-Ermeni sorununu da hümanist bir bakışla ele alıyor.
Zalalı evinin önüne sebze fideleri dikiyordu. O sırada Leon, Agop ve Nubar geldiler. Selam vererek oturdular. Zalalı’nın kahve içme önerisine aldırmadılar. Leon, “Müslümanlığımızı kabul etmedi sancak meclisi. Sancağın vergileri azalmış da, bizden aldıkları ‘Bedeli askeriye’ vergisini kaldırmayacaklarmış. Mutasarrıf diyor ki; ‘Müslüman olmanıza, adlarınızı değiştirmenize bir şey demem. Fakat daha önce ödediğiniz vergiyi sürdüreceksiniz.’ Yahu böyle şey olur mu? Bunlar bizim altın ambarımız olduğunu mu sanıyor? Şu dağ başında bileğimizle geçinen yoksul ustalar olduğumuzu bilmiyorlar mı?”
Sustu. Bir dakikaya yakın kimseden ses çıkmadı. Zalalı neden sonra, “Ne bileyim Emmi. Şehir adamlarının oyunlarına aklım ermez. Senin anlattığına göre bu işler, mebus mu ne karın ağrısı, o herifin başının altından çıksa gerek. Bekleyelim bakalım ne olacak?” dedi. Agop, “Değirmen aşağıda kaldığı için tapunun içine girmiyor. Onu da içine aldırsalardı, öteki iki müslüman köyünün tarlaları da tapunun içine girecekti. Tabii, o kadarını göze alamadılar. Güçleri ancak biz gariban Ermenilere yetti. Senin değirmen duracak amma suyunu keserlerse ne yapacaksın?” deyince Zalalı içini çekti. “Nice zaman önce beladan kaçayım diye karar almıştım. Ne kadar kaçsam da bela beni arayıp buluyor. Kerimlerli Kadir Emmi böyle olacağını söylemişti. Ne yapayım Agop Kardaş. Karacaoğlan’ın dediği gibi; ‘Yiğidin alnına yazılan gelir’ der, başımın çaresine bakarım,” dedi.